PORTO Gezi Notları
Günlerden 12 Kasım, pazar . İstanbul Maratonu Halk Koşu'sunun olduğu gündü. Taksi dört buçuk'ta kapıdaydı. İkinci köprüyü kullansakda , yollar boştu, erken saatte Atatürk'e vardık.
Ayrıca, Atatürk Havalimanı'nın ilk kez bu kadar boş olduğunu görmek, şaşırtmadı beni .Turistlerimizi tekrar Türkiye'ye çekmek için, ülkenin kendini en kısa zamanda toparlaması gerekiyor. Dünyanın en güzel ülkesinde yaşıyoruz. Uçağa binmeden önce birşeyler yedik, içtik, dolaştık.
Sekiz buçukta Türk Hava Yolları bizi içeriye almaya başladı.
Türk Hava Yolları'nın konforunu, yemeğini, ikramını özlediğimi farkettim.THY memleket gibi...
Yaklaşık dört saat elli dakika sonra Porto Havalimanı'na inmiştik.
Porto; Portekiz'in en büyük ikinci şehridir. Avrupa'nın batı kıyısında Douro Nehri'nin Atlas Okyanusu'na döküldüğü deltada kurulu küçük bir şehir. Fakat her metrekaresi görülmesi, yaşanılması gereken bir şehir. Bakın günde onsekiz kilometre nasıl yürüdük.
Havaalanı çok küçük olmasada, çok büyük değildi. Pasaport kontrol kuyruğunda bir amca ile sohpet etmeye başladık. Amcam bir x -firma kurucularındanmış. Eur.15' lik hostelde kalacağından övünerek bahsetmesine, güldük içimizden. Yaşlılık.
Ilk Portekizce diyaloğumuz pasaport kontrolünde başladı. İspanyolca " Hola" dedim, pasaportları uzattım. Görevli kadın ve erkek;
Portekizce; Teşekkür etmeyi anlattılar, hummalı bir şekilde.
Kadın isen : Obrigada diyorsun karşındaki erkek kadın kim olursa farketmez.
Erkek isen :Obrigado ".
Yaklaşık bir beş dakika kurs verdiler. Görevlileri bu kadar sempatik ve cana yakın olursa, halkı kimbilir nasıldı.Tatile şimdilik bir sıfır önde başlamıştık. Tatil havasına girdik ve yaşasın tatil dedik.Turist informasyona uğrayıp önce bir harita aldım. Asansörle üst kata çıktık.Tek yön bilet ücreti Eur.1, 95'lik olup, biletimizi "Andante" aldık. Bir seferlik Eur.0,60 kart ücreti ödeniyor. Çok ucuz tabiki. Sonra istasyonlarda bulunan makinede bileti okutuyorsun.Turnike yok. Yani güven var. Görevli yok, polis yok. Havaalanı- Porto Merkez mesafesi yarım saat. Haritadan aktarma yapacağımız Trinadede istasyonunu bulduk, ordan otelimize en yakın metro istasyonu Bolhao'ya aktarma yaptık.
Oteli Booking com 'dan almıştım. Referansları iyiydi. Bana göre otelimiz Porto'nun en güzel yerinde konumlanmıştı. Heryere çok yakındı.Temiz ve pak. Dört yıldızlı.
Bolhao Metro istasyonundan Mercury Otel'e yürümek beş dakika sürmedi. Önce otelimize kapak attık, odamız rahat ve temizdi. Duvarlarda seramik figürler vardı. Hemen dışarıya çıkmak için sabırsızlanıyorduk. Saat farkından dolayı, Portekiz'de vakit erkendi.
Porto'nun en iyi caddelerinden olan Santa Catarina bize iki dakika mesafede olup, ordaki cafe-restaurantlardan birinin dışarıdaki masalarından birine oturduk. Hava güzeldi. Hemen Sangria
(meyveli bir şarap kokteyli) siparişimizi verdik. Görünüşü ve tadı harikaydı.Ben balık istedim ve değişik bir pilav ile geldi. Paella gibi değildi. Canan ile Sangria kadehlerimizi tokuşturup, güzel ve sağlıklı bir tatil geçirmemizi diledik. Dilek tuttu!!!
Yemekten sonrası meşhur Nata'yı yemek için sabırsızlanıyorduk.
Bütün cafe'lerde lezzetler çok güzeldi. Hergün farklı bir cafe'ye gittik. Fiyatlar çok ucuzdu.Kahve eşliğinde Nata'nın tadına doyum olmadı. Ben kahvelerinide çok sevdim.Akşam otelde yemek içinde bir paket Nata aldık. Tatilimizin ilk günü olduğu için gözümüzü doyuramamıştık.
Nata'nın lezzeti bizim Laz Böreğimizin muhallebisi ile birebir aynı. Bizimkiler kopyalamadı, ondan eminim. Milfoy hamurunun üzerine laz böreği muhallebisini döküp, fırında kızartıp, afiyetle yemek lazım. Ben evde yapmayı deneyeceğim.
Porto'yu keşfetmek için kendimizi sokaklara attık.Yolumuzun üzerindeki mağazalara girdik.
Şehirde; adım başı Turistik hediyelik eşya satan mağazalar vardı. Hediyelik eşyaların çoğunluğu seramik ve mantardan yapılmıştı. Kırk yıl düşünsem mantardan çanta, ayakkabı, bulüz yapılabileceği aklıma gelmezdi. Kendime mantardan yapılmış tişört vs aldım, hatta yıkadım evde, bozulmadı.
Mantar şehrin sembolü olmuş.
Nehrin karşısına alt köprüden geçtik.Bu bölgeye Gaia deniyor. Nem oranı ve rüzgarı ile en iyi üzümlerin yetiştirildiği bölge olduğu için Porto şarabı üreticileri bu yakada.Turistlerin şarap satın alabileceği şarap evleri var. Bizde Calem Şarap evine girmeye karar verdik.
Rehper eşliğinde Eur.10 karşılığında şarap mahzeni eğitimi & turu aldık.
Şarabın yapılışı, saklanış şekilleri, yıllanma hikayeleri anlatıldı. Rom'a tatlılık kokusu veren meyve aromalarını kokladık. Yılına göre şarap renklerinin değişimini gördük.Sonra Hem beyaz hemde kırmızı şarap tadımı yapıldı. Alkol oranı yüksektir. Tatlı şarap olduğu için anlaşılmıyor. Likör lezzetinde. Ama ben Porto şarabına bayıldım. Mahzeni gezerken yıllanmış ahşap devasal variller serin ve karanlı ortamda beni ürküttü.Örneğin aşağıdaki varillerde; 1958 yılından beri içinde şarap bekletiliyor.Kimbilir ne çok insan bu varillerden gelip geçmiştir, ömrünü tüketmiştir. 100 Yıl kadar şarap mahzende bekletilebiliyormuş.Devasal varilleri görmek ilginçti.
Keyifli bir Şarap tecrübesi oldu.
Fotoğraf çekmenin sonu yok benim için ama, yavaş yavaş üst köprüden karşıya geçme zamanı gelmişti. Bu bölümde biraz tırstım. Köprü çok yüksek ve trabzanlar sıfırdı. Ama karşıdan karşıya geçmeyi başardım.
Hava kararmıştı.Porto'nun geceside çok güzeldi.
Her köşe başında bu kestanecileri görmek mümkün.
Bir Cafe'ye gidip, akşam biramızı içtik. Akşamın hoş serinliği , bira ile güzel bir lezzet verdi.Harikaydı.
Gezimize; galeri ve müze katalım dedik.
Gördüğüm tüm fotoğraflar birbirinden değerliydi.Afgan kızının fotoğrafı ile fotoğraf çektirmeden gitmek olmazdı.
Serginin sarhoşluğuyla ve fotoğrafları kendi aramızda yorumlayarak, Museu Nacional De Soares Dos Reis 'in yolunu tuttuk.Uzak gibi görünsede, yürüme mesafesinde.
Müzeye ismini verdikleri Reis, yani Soares Dos Reis 1847-1889 yılları arasında yaşamış bir Heykeltraş'tır. Müzede kendi bölümü olmakla beraber, resim ve çiniler de vardır.Oldukça keyifli bir müze.
Heykellerdeki göz ifadeleri; çok gerçekçi verilmiş. Sanki canlı gibi duruyorlardı. İyi bir heykeltarş olduğuna onay verdim.
Ünlü Cafe Majestik'te tatlı ve kahvemizi içmek için rotamızı yine Santa Catarina'ya çevirdik.
Duoro nehrinin kenarında kurulmuş bu güzel şehir gezmekle bitmiyor. Deniz ürünleri, tatlı şarapları, melankolik müzikleri fado, daracık sokakları, camdan cama bağlanmış ipler üzerien asılı çamaşırları ile gerçekten çok şirin bir şehir.
Şimdide ünlü kitaplıklarını görelim. Dünya listesine girmiş.
Lello Kitaplığı biraz aramadık desek yalan söylemiş oluruz.Yanlış tarif ettiler.Bizim bir hatamız yok valla.
Giriş ücretli.Eur.4. İçi çok keyifli, bana göre girişin ücretli olmasını hakediyor. Harika kitaplar vardı. İçlerini doyasıya karıştırdım.Yalnız çok kalabalık. Fotoğraf çekmek için boş an bulmak mümkün olmadı.
İlk girişteki sağdaki en gözde rafta Orhan Pamuk'un kitapları vardı. Mutlu olduk tabiki.
Orhan Pamuk |
![]() |
Üst katta kitap karıştırırken. |
Ressam ağbim iyiydi.. |
Hayatımda gördüğüm en tatlı ressam çifti. Bize harika bir şarap tattırdılar. |
Casa da musica |
Katedralin Bahçesi |
Otelimize'de çok yakın meşhur tarihi tren istasyona gidelim.
Sao Bento İstasyonu |
Alman-Türk fotoğrafçılara rastladık burda. |
Ülke tarihini mavi beyaz fayanslarla anlatan iç mekan |
Burdan pazarımıza gidelim.
Satıcı, hayvanlara kötü davrandı aslında. Müdahale edemedik. |
Balıkçı ablam harika görünüyor |
Meyveler Bol |
Pekmezli mısır ekmeği-Bizim köyde yapılırdı |
Sosislerin görüntüsü çok güzel |
Sabah hem son gün olmanın hüznü biraz olsa da, Okyanus kenarı olan FOZ'a gitmenin heyecanı vardı içimde. Tramvay beklemeye başladık. Yeni bir yer görmek insana her zaman enerji veriyor. Hava önceki günlerden daha da güzeldi. Güneşin altın pırıltıları üzerimize düşüyordu.
Durakta Tramvay beklerken önümüzden Portekizin bira markası geçti.
Gülmemek elde değildi. İlahi Portekiz, başka isim mi bulamadın dedik.
Öyle sağa sola bakınırken, biri seslendi. Aaa Türkler dedi bize...Kafamızı çevirdik sesin yönüne doğru. Yirmibeş-otuz yaşlarında bir genç, Hollanda'da yaşayan bir Türk'müş. Adı Fatih. Bizi görünce çok mutlu olmuş.Bizde...
Yol yaklaşık yarım saat sürdü.
Okyanus kenarında yaklaşık kırkbeş dakika yürüdük. Bu arada hala fotoğraf çekmekten doymamıştım. Zaman zaman yürümekten ayaklarımı hissetmesemde , herşey çok keyifliydi.Canan'a belki dönüşte fırsat bulamayız diye sahile inelim dedim. Taşlar, altın sarısı kum sahili, adeta Okyanus'un büyüsüne kapılmıştımkı...Fos diye bir ses ile...Okyanusun dalgaları ile Gel-git olayını yaşayıp suyun yükselmesi ile ben deniz sular içinde kaldım. Gülsemmi, ağlasammı..ayakkabım, pantolonum sular içinde kalmıştı...
Beni içine alan dalgalar bunlar, çekilirken.. |
Yani Okyanus bana bir merhaba dedi.
Okyanus Suyu, ıslak ayakkabı içindeki ayaklarıma iyi gelmişti, enerjimin arttığını hissettim, biz restorantları görene kadar dahada hızlanarak yürüdük. Kurtlar gibi açtık. Hemen Okyanusun meşhur Balık yemeği "Robalo Semana" ile bu sefer beyaz şarap siparişimizi verdik..
Offf...Herşey çok leziz...
Gün Batımını şaraplarımızı yudumlayarak izledik. Bir yandan ayaklarımı Okyanusa doğru kurumaya bırakmıştım.
Sahilin adeta beyaz köpüklerle yıkanıyor olması görüntüsü ve arkasında bıraktığı bu harikulade izi ölümsüzleştirmek için sahile koşup, bu anı ve kendimi ölümsüzleştirdim. Doğanın büyüsü devam ediyordu.
Sörf yapanlarla sohpet etmektende geri kalmadım. Insanları çok tatlı. Kanım ısındı..
Ben sonsuza kadar burda kalabilirdim. Şimdilik Hoşçakal Hırçın ve güzel Atlas Okyanusu...!!!
Porto'ya dönüş için Tramvayımız yol almıştı bile. Herşey çok güzeldi.
Bize yaşattıların için "Obrigada Porto"...
Ertesi sabah havaalanına gidip, yine aynı konforuyla THY bizi İstanbul'a güvenli bir şekilde teslim etti.
Yol arkadaşım canım yeğenim Canan'a harika yol arkadaşlığı için teşekkür ederim.
Sevgi ve sağlıkla nice gezilere ..
Songül Ümit Koşar
12.11.2017-16.11.2017
1 yorum:
günaydın songül hanım, nasılsınız?
Yorum Gönder